Yazar ve Okur Üzerine Düşünceler

J. Waterhouse, The Sorceress

Bütün edebi yapıtlar ilk yazıldıklarında önce çöplüğe düşer. Ne kadar albenili olursa olsun, ne kadar satarsa satsın, ne kadar beğenilirse beğenilsin bütün edebi yapıtlar önce çöplük malıdır. Zaman denen çöp toplayıcısı gelmeden, o çöplükten iyi mallar seçilip antikacıya gidemez. Her edebi yapıt o çöplükte başkalarıyla sıkış tepiş halde derin bir yalnızlık yaşar; zamanı bekler, çilesini doldurur. Zaman, çöpten iyileri seçerken, bazı iyi parçaları da kasıtlı olarak orada bırakır; örneğin Monte Kristo gibi parlak cilalı bir eseri oradan almaz ki, çöplüktekiler neyin ileriye gidebileceğini daha iyi görsünler. Kendini parlak raflarda çöplükten uzak sanan kibir budalalarına da yine zaman dersini verir; çöplükte bile kalamayıp geri dönüşüm tanklarına girerler. Fakat ne yazık ki yazarı yaşarken çöplükten çıkmaya fırsat bulamamış, yazarı öldükten sonra değeri anlaşılıp müzeye kaldırılmış yapıtların ahı da, hiçbir şeye kâr etmez. O ah, yazarın seçtiği yalnızlık cehenneminin yankısız duvarları arasında yazarla birlikte unutulur gider. Yaşam adaletsiz bir yerdir.

Büyük edebi yapıtları okurken hayran olan okurun, yazarın ahını işitmesi için dâhi olması beklenir. Eh, bu da en azından iyi edebiyatın niçin seyrek okur bulduğunun açıklaması sayılır.
Yazının devamı K-24'tedir, aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://t24.com.tr/k24/yazi/yazar-ve-okur-uzerine-dusunceler,497

Fotoğrafçının Ölümü





Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Cüneyt Oğuztüzün’ün öldüğünü öğrendim, çok üzüldüm.  
Atlas’ta serbest gazetecilik yaptığım sıralarda işim gereği pek çok değerli fotoğrafçıyla çalıştım fakat Doğa Fotoğrafçılığı kavramı nedir, Cüneyt’i tanıyıncaya kadar pek de fark etmediğimi zaman içinde anladım.
Onu Muş-Bingöl arasındaki buz kesmiş yaylalarda fotoğraf makinesiyle beklerken gördüğüm haliyle düşünüyorum. Muş Güney Dağları’na çıkmıştık, hatta bir demiryolunda kilometrelerce yürüyüp tünel karşımıza çıkınca korkmuştuk. Çünkü bir metreden fazla kar vardı ve tünelde hayvanlar olabilirdi.
Bütün fotoğrafçılar hayata dikkatle bakar. Bu nedenle özellikle sahne sanatlarına özgü bir görüş üstünlükleri vardır. Sinema ya da tiyatro onlar için doğada ham haliyle bulunur; onların gözü bu hali derleyip toparlar, bir estetik çerçeveye oturtur. İşte fotoğrafçı, yönetmen, oyuncu ya da ressam gözünde ortaya çıkan hayat böyle bir dönüşümün ürünüdür.
Yazı sanatlarıyla ve müzikle uğraşanlar için durum biraz değişiktir; onlar her türlü görüntüyü içimize aktarırlar ki bu yazının konusu değiller.


Cüneyt Oğuztüzün,  Van Güroymak 2002

2002 yılının Aralık ayında Cüneyt’le Muş’u birlikte çalışırken, Van Güroymak yakınlarında, Nemrut Dağı eteklerinde sıcak su göletleri olduğunu işitmiştik. Cüneyt’le Muş’tan yola çıkıp uzun bir yolculuktan sonra buraya gelmiş ve volkanizmanın neden olduğu bu göletlere gitmiştik. Köylüler göletlere mandalarını getirip bekliyor, insanlar atlarıyla suya dalıyor, çocuklar suda yüzüyordu. Ortalık çat ayazdı, fakat havuza girenler sanki hamama girmiş gibi şenleniyor, kışın donukluğu yazın cıvıltısıyla iç içe geçiyordu.

Bir başka gündü, odun kesmeye giden köylülerin ilginç macerasını işittik, onları bulmak için yola çıktık. Gideceğimiz yer Muş Güney Dağları’nın eteklerinde şimdi adını unuttuğum bir köydü.

Cüneyt Oğuztüzün Muş Güney Dağları, 2002


Köye akşam vaktinde geldik, kahvede bir çay içip mihmandarımızın sözünü ettiği odun kesmeye gidecek köylüleri aradık. Sabah buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Ertesi sabah, daha gün doğmadan köylüler hazırdı, bizi bekliyordu. Uzaylı gibi giyinmişliğimiz onlara abartılı geldi, çünkü adamlar -20 derecede ceket ve pantolonla dolaşıyor, lastik ayakkabılar giyiyorlardı. Kızakları yüklendiler, baltaları ipleri kuşandılar ve  hep birlikte iki bin iki yüz metre yükseklikteki meşe ormanına doğru tırmanmaya başladık.  Yaklaşık bin yüz metrelik bu tırmanış sırasında yavaş yavaş üstümüzdekileri çıkarmaya başladığımızı ve başımızdan buharlar yükseldiğini şaşarak görecektik. 
Kesile kesile bir avuç kalmış meşe ormanı balta vuruşlarıyla inlerken beyazlıklar altında dinlenen doğayı gözledik, bu yaşam tarzına şaştık. Odunlar kesildi, kızaklara yüklendi. Üç saatte tırmandığımız dağdan, kayarak, odun yüklü kızaklarla on dakikada inmenin beklentisi köylüleri çocuklaştırmışa benziyordu. 
Gerçi Cüneyt’le ben kızaklara binmedik, iyi ki böyle yapmışız çünkü binseydik ta aşağılarda, bitmek bilmeyen bağrışlarla kızak üstünde yol alan, kırlangıç neşesiyle kayıp giden o insanların büyüleyici görüntüsünü görmeyecektik.


Edebiyatımızda Bizans İmgesi


Bizans kavramı 17. yüzyıla ait bir sınıflamadır, Tıpkı “Rum Sultanlığı”nın tarihçiler tarafından “Anadolu Selçuklu Devleti” olarak sınıflanması gibi. Zaman içinde Anadolu Selçuklu Devleti adı öyle kökleşti ki, “Rum Sultanı” sözünü işitenler “nasıl yani” diyorlar,“bunlar Rum muydu?”
Rûm’un “Romalı” anlamına geldiğini anlatmak yetmiyor; sözcüğün tarihsel anlamı tamamen kaybolmuş, yirminci yüzyıla ait o korkunç nefret ve ötekileştirme ile yer değiştirmiş.
Bunda siyasetçileri anladık ama edebiyatımızın da büyük kusuru vardır.

Yazının tamamı K-24'te şu link üzerinden okunabilir:

http://t24.com.tr/k24/yazi/edebiyatimizda-bizans-imgesi,334

Unutmadığım Roman Karakterleri

J.Waterhouse, 1913


Biraz önce gördüğümüz bir nesnenin bile tüm ayrıntılarıyla zihnimizde canlandırılamayacağını hepimiz biliriz. Öykü ya da roman okuduktan sonra da pek çok insan romanın çok güzel olduğunu düşünür ama zaman içinde o yapıtı büyük ölçüde unuttuğunu hissedip tedirgin olur. Okuduğum bir romandan söz edilirken anımsamadığım bir ayrıntıyı bana soran kişilere yanıt vermekte zorlanır ve utanırım, çünkü okuduğumu bildiğim bir yapıtı okumamışım gibi bir hava doğar.
Bunları eskiden daha çok önemserdim, ama zamanla anladım ki, edebiyat yapıtı bellekte kalmasa da, insanın duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirerek kişilikte yer ediyor. Edebiyat, başkalarının ne yaptığını bilmek için değil, “kendimizi bilmek için” varlık buluyor. Sokrates’in “kendini bil” sözü belki çok değişik anlamlar içinde yorumlanabilir, ama edebiyatta bu anlamda ele alınınca etkileyici olduğu sanırım pek de yadsınamaz.
İnsan belleğinin estetik yaşantıyı bütünüyle “depolayamadığı” halde, edebi hazzın nasıl olup da bu “eksik bellekte” varlığını sürdürdüğünü bu yoldan açıklayabiliyorum işte: Edebiyat olaylarla değil, bizde uyandırdığı estetik hazla ruhumuzda yer eder. Bu nedenle bir yapıtı “başında ne olmuş”, “sonunda kime ne olmuş” diyerek okuyanların estetik hazzı bulmaları olanaksızdır. Böyle yazılan ve böyle okunan kitaplar edebiyat yaşantısı içinde değerlendirilemez. Estetik kapsam, olayların akışıyla değil, bu akış içindeki düşünce ve duygu akışının veriliş biçimiyle sınırlarını belli eder.
Estetik kapsam içinde gördüğüm roman ve öykü kitaplarını listelemeye kalksam çok uzun ve gereksiz bir liste doğar. Üstelik bu kapsamdaki romanların unutulmaz kahramanları olmayabilir.
Üstelik bu durum sevmediğim halde iyi anlatılmış roman kahramanları olduğunu düşünmeme engel değil. Körleşme dahiyâne bir romandır ama ben Prof. Kien’i sevmem. Laclos’nun Tehlikeli İlişkiler adlı romanındaki Vikont de Valmont ile Markiz Merteuil’ü sevmek için bir neden yok, ama iyi anlatıldıklarından kuşku duyabilir miyiz? Gregor Samsa’nın edebiyat tarihinde nasıl olağanüstü derecede önemli ve farklı bir örnek olduğunu bilirim; ancak sevemem: Çünkü insan boyutunda bir böcek, bana tiksinti verici görünür. Tembelliğin, yeryüzündeki en unutulmaz karakteri olsa da Oblomov sevilebilir mi? Ben Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu ve hatta “Budala” Lev Nikolayeviç Mışkin’i bile sevdiğimi söyleyemem. Bu iki büyük roman karakteri benim için büyük bir topoğrafya haritası gibidir, “tüm insanlığı onların yüzlerinde okurum” ama onlara seven değil anlayan gözlerle baktığımı da hissederim.
Bir romanın veya roman kahramanının önemli olması başka, onu ruhumuz ışıtan yönleriyle sevmek başkadır. Umberto Eco’nun bir tane bile sevimli, içimizi ısıtan kahramanı olduğunu düşünmüyorum, ama hiç duraksamadan önemli romanlar yazdığını da söylüyorum.
Ben pek çok roman kahramanını yalnızca iyi yazıldıklarını düşündüğüm için değil, kişisel dünyamda karşılıklarını bulduğum için unutamadım. Bu kahramanlar sayesinde ruhsal deneyimlerim arttı, kendimi daha insanlaşmış hissettim. Edebiyatın dilsel, kültürel etkilerinin yanı sıra duygusal ve ahlaki katkıları olduğunu bu kahramanları tanıdıkça fark ettim. Bu nedenle her iyi yazarın en az bir tane unutulmaz kahramanı olması gerektiği sonucuna vardığımı saklamayacağım.
Şimdi unutamadığım kahramanların neden bana unutulmaz göründüğünü biraz kurcalamak istiyorum.

Escher, Montecelio

Larissa Fyodorovna, yalın insanlığına kocaman bir sevgiyi sığdırdığı için bana unutulmaz görünür. Yaşamıma girmiş gerçek insanlardan biri gibidir, içimde yüzü canlanır: Kederli, özverili ve yalındır. Bir de kayıplar listesindedir, gidip dönmemiştir. (B.Pasternak, Doktor Jivago)
Aleksi Zorba, tüm bedensel etkinlikleriyle domuz gibi sağlıklı olduğunu hissettiren kişileri aklıma getirir. Bu adamlardan yayılan yaşam zevkini, çelebiliği ve dostluğu severim ben. Zorba tam öyle bir kişidir ve çok güzel betimlenmiştir. Onun gibi ölen bir insan olmak isterdim. Hele, böyle bir kahraman yaratmak ne büyük bir mutluluktur! (N. Kazancakis, Zorba)
İnce Memed’in renksiz ve sönük duruşunu severim; gözlerinde çakan kıvılcım onun duygu dünyasının keskinliğini ve derinliğini gösterir. İnce Memed, sanki İç Anadolulu insanın damıtılmış bir özeti gibi durur. (Y. Kemal, İnce Memed)
Maria, kırpılmış saçları, gerilla giysileri içinde belki de pek fazla bir şey söyleyemediği için inanılmaz derece çekici haldedir. Kim böyle bir kadınla tanışır da aşık olmaz? Kim bu örselenmiş ruhun, örselenmemiş iyiliğine tutulmaz? Bir roman kahramanı olarak yaşamaya devam eden bu kadın, başkasına aşık olduğunu bildiğim bir ölümsüzdür, biz ölümlülerle bir alıp veremediği yoktur. (E. Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor)
Aksinya’yı, yıkıma alıştığımız bir romanda ölümüyle yıkım yaratabilen bir kahraman olduğu için unutamam. Hele, Gregor’un, bıçağıyla ona mezar kazma sahnesi! Düşündükçe tıkanırım. (Şolohov, Durgun Don)
Therese Defargue’ı devrim karşıtlarının listesini örgü örerek bir tutanak haline getirebildiği için unutamam. (C. Dickens, İki Şehrin Hikayesi)
Goriot Baba’yı kızlarını ölesiye sevdiği, ne yaparlarsa yapsınlar onlara karşılıksız bir sevgiyle bağlı olduğu için unutmamışımdır. Çok dokunaklı bir hali vardır ve insanda o an tüm insanlığa aşkla bağlanacak kadar büyük bir vicdan duygusu uyandırır. (Balzac, Goriot Baba)
İhtiyar bunak Don Kişot’u, sığır sürüsüne bile silahşörler gibi bakmasındaki saflıktan, bu saf bakışta duraksama olmayışından ötürü severim. Köylü kızı Dulcinea’yı bir prenses haline getiren bunaklığı bana gönül yüceliği ile budalalığın ikiz kardeş olduğunu düşündürtür. Cinfikirlilik, hacıyatmazlık, fasulyeden nem kaparlık gibi kavramlar Don Kişot’la bağdaştırılabilir mi? İyiliği kimden öğreniriz, bizi hep yanıltanlardan mı, kendisi yanılanlardan mı? (Cervantes, Don Kişot)
Memur Goladkin’i, yalnızca edebiyat dünyasının ilk şizofreni ve paranoyağı olduğu için değil, bana Dostoyeski’nin yazarlık çapını öğrettiği için severim. (Dostoyevski, Öteki)
Tutku ve nefret ikilisi arasında sıkışan madame de Renal’i, aşkın entrikacılığını simgelediği için unutamam. (Stendhal, Kırmızı ve Siyah)
Mihail ve Adrien’i yoksulluğun en alt basamağında dururken, insanlık sevgisinin en yükseğinde durdukları için severim. (P. Istrati, Arkadaş)
Rose of Sharon’ı, sefaletin son noktasında, bir ahıra girdiği anda ölmek üzere bir adam gördüğü ve onu emzirerek yaşama döndürebildiği için unutmam. (J. Steinbeck, Gazap Üzümleri)
Yalnızca Kaptan Ahab değil, doğallığı ve aykırı olandaki güzelliği, inanılmaz gücüne karşılık şiddete eğilimli olmayışı nedeniyle, Queequeg de bana çok etkileyici görünmüştür. Moby Dick’i içerdiği olağanüstü malumatfuruşluğundan ötürü unutamam. Melville’in her olayı tarihsel bir ad, bir benzetme bularak öyküleyişini pek beğenirim: “Konstanstin’in banyosu kadar kocaman” veya “Keyhüsrev’in ordusu gibi” biçimindeki tanımlamalar, çok derin bir tarih ve din kültürü sahibi bir yazarı işaret eder. (Melville, Moby Dick)
Süleyman Kargı’yı, dilimizin en kurmaca karakteri, toplumsal ruhumuzun en ironik yansıması olarak düşünürüm. Çünkü King Solomon Speare kadar bizden uzak, Salman Kargu kadar bizdendir. Bir hayal karakteridir, ne duyguları ne kişiliği bellidir; ama yazarın, dili kurcalayarak ortaya çıkarttığı bu karakterin toplumsallığı unutulmazdır. (Oğuz Atay, Tutunamayanlar)
Anna Karenina’yı kötü bir evliliğin arkasından gelen tutkulu aşkı, kocasına ihaneti veya çektiği acıları nedeniyle değil, bu acıları yaşamadaki yürekliliği ile unutulmaz bulurum. Aslında bana Aleksey Aleksandroviç Karenin de aldatılan koca olarak değil, toplumsal zorunluluklarla çevrelenmiş bir insan olarak çok ilginç gelir; karısına karşı gösterdiği olgunluk, yalnızca çevreyi dikkate alan bir ödlekliği değil, aynı zamanda bir ruh yüceliğini de yanında taşır. Anna, aşkı geç bulup onu savunmak konusunda canla başla direndiği için trajik bir kahramandır. Kuşatılmış bir ruhun isyanıdır, çekilmezdir, hastalıklıdır ve bu haliyle aşkın karakteristik temsilcisidir. İnsanda acıma veya hayranlıktan çok, endişe uyandırır. (Tolstoy, Anna Karenina)
Smerdyakov, hayırsız bir babanın hem gayri meşru çocuğu hem de uşağıdır, olumsuz bir kahramandır ama insanın içini çok acıtır. Baba katlini, psikolojiyi ve hatta polisiyeyi koca bir insanlık dramıyla iç içe geçiren büyük yazarın sanki alter egosu gibi duran Smerdyakov, unutulmaz bir kişiliktir. (Dostoyevski, Karamazov Kardeşler)
Lucien du Rupembre, yazar olmanın neye mal olduğunu gösteren büyük bir ahlaki dersin kahramanıdır. Kalemini ve onurunu satmanın, maddi sefaletten çok nasıl bir ruh sefaletine yol açtığını Rupembre olmadan düşünmek büyük eksiklik olurdu. Balzac’ın bu dev kahramanının, her türlü hoyratlıktan sonra beş parasız kalıp, ölen sevgilisini mezara gömebilmek için, onun ölüsü başında, nakaratı “gülelim, içelim, aldırma ötesine!” olan şarkı sözleri yazıp satmak zorunda kalışı unutulmazdır. Rupembre, en çok yazarların -okurların değil- kesinlikle yazarların el kitabı, aşai rabbani duası, yol haritası olması gereken bir romanın kahramanıdır. Rupembre’yi tanıyıp, üzerinde düşünmemiş bir yazar -okur değil- henüz yazarlığın o soyut çileli okuluna adım atmamış sayılmalıdır. (Balzac, Sönmüş Hayaller)

Gürsel Korat, Kristal Bahçe, 2003