GARİP ŞİİRİ



Yazar şiirin ışığında dolaşmayı sever; bilir ki, imge denizindeki her çağrışım yolculuğu, ruhun esenliğine varır. İmgesel sözün yinelendikçe yeni anlamlar üretmesi de hayranlık uyandırıcıdır; bu nedenle şiirde yanlış anlama yoktur.
Yazar şairin bu üstünlüğünü kıskanır.
Şairin bir sözle puf diye yelkenlerini şişirdiği kalyonlara gözünü diken yazar hoplaya zıplaya giden, rodeo atı taklidi yapan ve bordasındaki bütün denizcileri silkeleyen o sarhoş gemide olmanın düşünü kurar. Çünkü şairin sözü dümensizdir, her anlama gelir! Oysa yazar, vagonları birbirine bağlayıp çeken lokomotife benzer, yoldur onun dümeni; anlamdır, bütünleyici akıldır.
Şair kırar, yazar kurar. Şair ormanı özetleyen ağaçtır, yazar her ağacı farklarıyla içeren orman. Yazar Perikles gibi uzun mektuplar sever, şair ise Lakoon’dur: “Evet” ya da “Hayır” onun işini görür. Dağın tepesine buluttan bir şapka kondurmak şair işidir; yazar bulutların arasında kendini sınayan bir derviş gibi, kendi ruhunda insanlığı arar; o şapkayla değil, şapkanın altındakiyle ilgilidir.
Sözü akıl ışığıyla yontmak, sözcük işçiliği, şaire düşer: Şair, kitlelerin söz düzenine yön veren bir büyücüdür. O, rüzgarı bir ıslıkla durdurur, yığınlara rüzgar gibi ıslıklar çaldırır. Hiçbir sanatçı, şairin sahnedeki duruşuyla boy ölçüşemez; şair sahneye çıksa da müzisyenler gibi saz arkadaşları yoktur, o tektir. Şairin sözü, yoğunlaşmış emektir ve bütün sanatlar şair sözünün tek oluşunu, müzisyenin kitleleri kolayca kavrayabilmesinden daha çok kıskanır. Şair sözü iki kule arasına gerilmiş bir ipte yürüyüp, aşağıdaki tramplene doğru uçan ve zıplama biçimiyle hayranlık yaratan akrobatlıktır. Bu ustalık izleyicilerin kubbeyi titreten ortak hayranlık sesiyle bütünleşir: Bu nedenle kitlelerin hep bir ağızdan ünlediği şiir sözü pek azdır, çünkü yığınları coşturacak söz, akrobatını bekler.
Garip şiiri, dörtlük, koşma, yahut en radikal yoldan serbest uyak içinde kendini ifade eden şiire “nereye vuracağı bilinmeyen mahallenin delisi” gibi vurdu. Konuşur gibiydi, sözü yüksek görünmüyordu, ev aralarını, dokları, fıstık ağaçlarını anlatıyor, somut varlıklarla ilgileniyormuş gibi yapıyordu. Mahalleli okumuş oğlan tiplemesine çok yakışıyordu, erkekti ama kadını da başka türlü görüyordu, “böyle yatılmaz ki” diyordu, Rimbaud’yu okumakla yetinmiyor, dilimize çevirebiliyordu, Freud’dan haberi vardı, bilinçakışı tekniğini kullanmaktan söz ediyordu.

Bulutların çıkınında
Mis kokulu güvercinleri gökyüzünün
Çıldırtırlar insan gözlü kedileri
Ay doğar kuyulara yalınayak
Telgrafın tellerinde gemi leşleri

Yürürken sık soluk aldığı belli, bezgin duruşlu, şişman, eli bastonlu, gıdısı geniş, hüzünlü, davudi ritmle söz kuran ustalar onlara bastonla vurmayı çok isterdi ama Garip şairleri ihtiyarlara neşe içinde takılmayı seven gençler olduğundan mahalle kahvesinde kavga çıkmadı. Garipçiler hep genç kalacak ihtiyarlar olmayı bu yüzden başardılar: Hep yaşlı doğan gençlerin şiiri de bu yüzden Garip’le birlikte müzelik oldu.
Garip şiiri, dilimizin üzerindeki bütün pası ve kiri silip atmıştır; ne zaman bir Garip şiiri okusam dilimizin parlaklığını ilk defa fark ediyormuş gibi şaşarım. Bunun nasıl başarıldığını bilmiyorum, anladığım şudur ki günümüzdeki alışılmış, sayısız örneği olan ifade, Garip şiirinin hiç benzeri olmayan dil coğrafyasından doğmuştu. Bu, eski sözlerle dolu bir volkanik kayalıkta güçlükle, hoplaya zıplaya ilerlerken, ansızın yağ gibi kaymaya başlamaktı. Dikenli tarladan çıkıp çiçekli, renkli, cıvıl cıvıl bir bahçeye dalmayı esinliyordu: “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” ifadesi kadar şiir dışı ama yeniydi; “Bir kadının suya değiyor ayakları” ifadesi kadar lirik ve benzeri yok bir imgelemdi.
Otuzların Güneş Dil Kuramı’ndan esinlendiği akla gelebilir: Çok yalın ve başka bir dilin çağrışımına kapalı olan Garip şiiri, sözüyle milliyetçilik çağrışımları arasında hiçbir bağ kurmadığı için Güneş’ten de Ay’dan da münezzehtir ve has anlamıyla tertemizdir. Çünkü şiir saf anadildir; Garip bunu fark eden ve Nedim’den sonraki “büyük dil dönüşümü trapezi”nden atlayan ilk modern akrobat oldu.
Tozları silkelenmiş, ışıl ışıl bir dille doğmuştur Garip. Silkelenen toz, bu dilin üzerindeki ağdalı benzetmeler ve terkiplerdi. Kölece boyun eğişle temennah eden övgü dilinden sıyrılıp, kimseyi umursamayan, kendi başına buyruk, yaşam sever kentli insanın dili icat edilmişti!
Garip Şiiri, İkinci Yeni’nin öncü birliğidir, İkinci Yeni’ye kocaman bir kafa golü pası atan sol açığımız olur. Garip Şiiri dil işçilerinin görünmez ruh klavuzudur; şairi ve yazarı dilimizin her işiyle meşgul etmeyi başarmıştır. Garip şiiri dünyalı, geleneği anlamış ve dönüştürmüş insan tipinin çekirdeğidir. Filozoflukla şiir arasındaki sınırı inceltmiş, Türkçenin felsefeye en yakın sesi olmuştur.
Yazarlar Garip’in ve onun meşru çocuğu İkinci Yeni’nin ışığında uzaklara açılmayı sevmiştir; çünkü anlamışlardır ki, söz denizindeki her ruhun esenliği mutlaka iyi bir hedefe varır.
Garipçiler apolitik olmakla suçlanmışlardır, fakat unutmayalım, onlar entelektüeldir: “Kelle fiyatına hürriyet/esirlik bedava” diyen şair, sanatçının partili olmayacağını sezmiş kişidir. Garipçiler için sözün yaptığı devrim daha derinliklidir: Birinci Yeni’dir bu, dilimizin cumhuriyet çağındaki en büyük şiirsel silkelenişidir. Bu yüzden Garip’in tozu curufu, günlük dil döküntüsü başlangıçta çoktur: Dedim ya bugünden bakınca öyle görünür, siz asıl o çağa gidip de bir bakın, Garip’in en sıradan görünen sözlerinin bile o dönemde nasıl beklenmedik, yeni, devrimci  ve “garip” olduğunu görürsünüz.
Onlar bir avuç insan olarak kitlelerin söz düzenine yön veren büyücülerdi. Onlar rüzgarı bir ıslıkla durdurmuş, yığınlara rüzgar gibi ıslıklar çaldırmışlardı.

Sözcükler Dergisi Mart 2014